"Hayat. Hayat sensin. O kadar. Büyütülecek bir şey değil."
Bugün, yine dünyanın yüzde doksanında ahlaksızlık ve suç sayılacak işler yaptım. Kabul etmeliyim ki bunlar iş değildi. Sadece oldular. Oyunun başaktörüydüm. Sabaha kadar Amerikalı baba ile kızın karşısında, elimde tabancamla oturdum. Bana yalvardılar, sorular sordular, küfürler ettiler, her şeyi söylediler. Hiç konuşmadım. Sadece yüzlerini seyrettim. Çerçevesiz bir televizyon ekranını seyreder gibi. Yüzlerindeki gözyaşlarının, ter damlalarının kurumuş yollarına baktım.
Sabah geldiğinde ikisini de dışarı çıkardım. Arabanın bagajındaki çekme halatını alıp John'a kızını buzdolabına sarılmış bir şekilde bağlattım. Çok rahatsız bir duruştu. Ve o an aklıma sadece dizilerde görebileceğimiz bir fikir yürüdü. Evde ilaçların olduğu bir dolap vardı. Daha önce hiç dokunmadığımız. John'u da çekme halatına bir çöp torbasıyla bağladıktan sonra gidip dolabı açtım ve içinde umduğum şeyi buldum. Bir şırınga. Daha önce de evin içinde insülin görmüştüm. Bizde önceki kiracı kendine bu kapsülleri sürekli şırıngalıyor olmalıydı. Banyoya geçip şırıngaya su çektim. Aşağı indim. Tabii ki John bağladığım yerden kurtulmuş ve kızını da çözmeye çalışıyordu. Ama beni görünce durmak zorunda kaldı. Çok pişman olmuştu, tezgahın üst çekmecesinde duran büyük et bıçağını almadığına. Tabii varlığından haberdar olsaydı daha da pişman olurdu. Geri çekildi elleri havada. Sol elimde tabanca, sağımda şırınga. Daha kız ve John ne olduğunu anlamadan iğneyi kızın kalçasına sağlayıp suyu yollamıştım vücuduna. Tabii, hareketim zaten gergin olan havada başka bir panik rüzgarı estirdi, okyanusa bakan pencereleri olan mutfakta. Bağırışmalar, çığlıklar. Onlardan daha çok bağırarak, iğnenin ucundakinin bir zehir olduğunu, iki saat içinde panzehiri enjekte etmezsem kızın öleceğini anlattım. Bunları söylerken gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Ben yalan söyleyemem, taklit ederim. Ortada telaffuz edilmiş ne bir zehir ismi vardı, ne de inandırıcı herhangi bir şey. Şeffaf bir sıvıyla dolu büyük şırınga ve benim Hollywood tarzındaki kötü adam konuşmam.
Cümlemi bitirir bitirmez artık ne düşüneceğini bilemeyen Amerikalılar daha da heyecanlanıp tamamen bir histeri krizine kapıldılar. Kızın kafasında bir torba geçirip sesini kıstım. Adamı da ittirerek evden çıkardım. Önce onun evine gidip gerekli belgeleri aldık ve bankaya telefon ettirdim. Çekeceği miktarı hazırlamaları için. Sonra da arabaya binip yavaşça gitmeye başladık. Arabayı yılın babası kullanıyordu. Ve 60'ı geçerse kendisini öldüreceğimi söylüyordum. Ve John daha da deliriyordu. Çünkü kurtarması gereken bir hayat vardı. Kızının hayatı. İki saat içinde.
Birkaç polis kontrolünden durdurulmadan geçtik. Büyük bir şanstı. Kabul ediyorum. Bankanın önüne gelince bir psikoloğun ses tonunu taklit etmeye çalışarak en sakinleştirici bakışlarımla kızını unutmamasını, herhangi bir yanlış harekette bulunmadan parayı alıp hayatlarını kurtarmaları gerektiğini söyledim. Zaten John'un bütün enerjisi yok olup gitmişti. Aklı o kadar karışıktı ki, gözü sürekli saatinde "Tamam. Tamam!" diyordu.
Bankaya girip müdürün odasına geçtik. İlk defa John beni şaşırttı. Son derece sakin bir şekilde Brezilya'da bir ev alacağını ve acelesi olduğunu anlattı adama. Şimdiye kadar dolandırarak kazandığı her doların cezasını çektiğini çoktan kabullenmiş, kendini paradan ve günahından arındırmaya çalışıyordu.
Yarım saat sonra para geldi. Bankanın hediyesi bir çantanın içinde. Ben yakın bir dost olarak John'a "İstersen bir say" dedim. O an beni çok öldürmek istediği an oldu. Çünkü geriye sadece elli dakika kalmıştı. Ama yine de teklifimi kabul etmek zorunda kaldı. Makinede sayılması on bir dakika sürdü, bütün paranın. Artık damarlarında sadece panik akıyordu. Müdür aslında anlayamadığı bir şeylerden şüphelenmeye başlamıştı. Acelemizi anlamıyordu. Durumu kontrol altına almak için, "Acele etme John. Daha zamanımız var. Emlakçı bekler" dedim, paraları çantaya yerleştirirken titreyen elleriyle.
Tokalaşıp ayrıldık. Ama önce müdüre bankasına yakınlarda büyük miktarda bir para yatıracağımı söyleyip birkaç broşür aldım. Bankadan dışarı adımımızı attığımızda, John bana anadilinin en seçkin küfürlerini etmeye başladı. Arabaya binip eve doğru yol almaya başladık. Bu sefer ben kullanıyordum. beş dakikada şehirden çıktık. Sol elimde John'a dönük bir silah ve sağ elimde direksiyon. Artık John kendini toparlamış, Tanrısına iki şey için dua ediyordu. Birincisi kızına zamanında yetişmek, ikincisiyse silahlı soygunun, yaptırdığı sogartalardan birinde yazıyor olması. Bir şırınganın ne kadar etkili olabileceğini öğreniyordum ben de. Şehirden on dakikalık mesafeye geldiğimizde dudaklarını o kadar çok hareket ettirip garip fısıltılar çıkartıyordu ki, hiç kullanmadığım radyoyu açmak zorunda kaldım. Carlos Santana söylüyordu. Şarkıyı ilk defa duyuyordum.
Evin önüne geldiğimizde altı dakika kalmıştı iki saatin dolmasına. Kapıyı açtım. John koşarak mutfağa girdi. Kızına her şeyi hallettiğini, kurtulacaklarını söylüyordu yüksek sesle.
"Her şey bitti." cümlesini bitiremeden ağzı kanla doldu. Kimse ağzında bu kadar kan varken konuşamazdı. Ağır vücudu ensesinde bir delikle yere serilirken kızın tiz çığlığı sahneyi tamamladı. Kendisi demişti "Her şey bitti" diye. Ben de yardımcı olmuştum iddiasının gerçekleşmesine. Ensesine yarım metreden ateş etmiştim. Ve artık tetik çektiğim zaman silah patlamasını duymuyordum. Duyduğum tek şey, bilardodaki beyaz topun ikinci kırmızıya da çarptığında çıkan sesti. İyi bir sayının sesiydi kulaklarımdaki. Yerdeki John'a baktım. Evden ayrılmadan önce kafasına geçirdiğim torbayı babasının çekip çıkardığı kızla aynı anda kafalarımızı kaldırıp birbirimize baktık. Ve şarjörde sırasını bekleyen mermiyi de kızın sol şakağına sağladım. Ayakta ölmüştü. Çift kapılı Bosh marka bir buzdolabına sarılmış şekilde ölen ilk insandı. Buzdolabında açılan deliği kafası arkaya yattığında görünce beyaz eşya garanti sürelerinin ortalama ne kadar olduğunu hatırlamaya çalıştım.
Sonra da salona geçip bir kadeh içki koydum kendime. Oturduğum koltukta eskiden beni gerçekten sevmiş bir kadının sözleri geldi aklıma:
"Daha çok erken. İçme!"
Ve benim kendisine verdiğim yanıtı düşündüm. Hep aynı yanıt.
"Şu an saat bir yerlerde gece yarısını geçti bile."
Ve mutfaktakiler aklıma gelince bu cümle biraz değişip yeni bir hal aldı.
"Şu an, bir yerlerde iki insan doğdu bile."