omnes vulnerant ultima necat

29 Nisan 2018 Pazar

sessizlik

Arabanin 1000 km. yapmis tekerleginin; her sene bahar aylarinda teker teker sokulup tekrardan yapildigi, yeni yagmur damlaları dusmus taslarin uzerinden gecerken cikardigi su sesinin bile kulaga hos geldigi bir hayat dusun, dusunebilirsen tabii. Oyle bir hayatin icinde hapsolmuş bir çift getir beyninin en gereksiz yerine. Havanin yagmurlu, ilik esintisinin varligini hissetmek icin de odanda bulunan cami arala. Sonra da benimle birlikte ayni seyleri dusun.

İki karsi cinsten olusan bir cift. Disarisi her zamanki gibi yagmurlu. Gece karanlik, perdeler cekilmis. Belediyenin bile unuttugu, olumlerin, hirsizliklarin diz boyu olan bu koca mahallede sadece tek isik sonmemis. Sadece bir ev gecenin karanligina isteyerek gomulmemis. Kapi no'su da 12.

Karsi kaldirima geciyorum isiklari yanan dairenin aksine. Gecmemin nedeni, sadece karsi kaldirimdaki internet kafenin sundurmasi olmasi. Yagmurdan hoslanmam cogu kisi gibi. Her zaman digerlerinden farkli oldugumu dusunsem de, bu yonumle basit bir insan oldugumu anliyorum, yine yagmura kufrediyorum.

Sol elimdeki biranin son damlasini sakliyorum en uygun yere. Alkol oraninin dusuk oldugunu bile bile o kötü kısmını gecemin en anlamli yerine sakliyorum. Genelde yaptigim gibi. Bu dusuncelerimden karsimdan gecen araba sayesinde kurtuluyorum. Farlar o kadar keskin ki gecenin kararmis olmasini hice sayarak yuzume yuzume vuruyor delicesine. Bir saniye bile olsa icerdeki alimli kadini, saniyenin onda biri kadar da farlarin onunde cilginlar gibi yagan o hic sevmedigim yagmuru goruyorum. Ardından burnumun aktigini hissediyorum. Mendil tasimadigimi bile bile elimi her defasinda cebime goturmekten vazgecmedigimi de bilmenizi istemiyorum aslinda. O yuzden elimle cebimi hizlica yokladiktan sonra anketlerde "en sevdiginiz organiniz?" sorularina tek verebildigim cevap olan "burun"-uma goturuyorum. Sag elimin disiyla da siliyorum. Usuyen vucudumun beynime verdigi "usudun beyinsiz. Hadi yap artik!" mesaj ile urperip koca mahallenin tek isigi yanan evine girecegimi tekrardan aklima getiriyorum.

Eger evliyseniz, sirf basbakanin demesine kanip en az uc cocuk yapmis, issizlik oraninin her gecen gun dustugu bir ulkede issiz olarak yasiyorsaniz hirsiz olmak zorundasiniz. Ben de o gun hirsiz olmaya karar verdim iste. Cocuklarini degil de sadece kendini dusunmen gerektigi bir hayat dusun. Sonra da o hayatin ocinde benim gibi adami. Bu adam sadece hirsiz olmaya zorlanir. Ben de zorlandim seyi uyguluycam. Hem de mahallenin karanligini bozdugu icin sinirlendigim 12 numarali daire ile.

Soguktan nereye koyacagimi bilemedigim sag ayagim ile o guzel su sesini cikartan tas yiginlarina bir adim attim. Yillarca yurumesini bilmeyen bir insani ne kadar guzel taklit ettigimi anlatsam, gostersem yetenekli oldugumu dusunursunuz. Aslinda o tamamen benimdir de sizlerden gizliyorumdur.

Gidecegim apartmani, girecegim evi, calacagim seyi o kadar iyi biliyorum ki size bunu tarif edemem. Sizi evinizin karsi kaldiriminda, sag elinize bir sise bira verip gozlerinizi baglasak evinizi o halde bulacaginizi bilirsiniz ya. İste ben de girecegim eve o kadar asinayim. Ve bes dakika icersinde her metrekaresine asina oldugum eve ariyorum. Kapiyi ne yapip ne edip sanki elimde anahtar varmiscasina kisa bir surede aciyorum. Giriste anormal bir seyle karsilasmiyorum. Evi dinliyorum. Sessiz. Disariyi dinliyorum yine ayni melodi. Sessizlik. Avasca iceri girip kapiyi kapatiyorum. Banyo, mutfak, oturma odasi derken salonun isiginin acik oldugunu farkedip sessizce iceri giriyorum. Yastiklar daginik, TV sessize alinmis, birkac sise bira. Sanki hizlica terk edilmis ev terlikleri. Sol teki duz, sag teki olabildigince ters. Gereksiz ayrintilara takilmadan eksikligini hissettigim seyi calmak icin ilerliyorum yatak odasina. Gozlerim kapali da olsa odayi rahatlikla bulacagimi biliyorum. Oturma odasinin 15 metre ilersi. Kapi kolu bozulmus oda.

Kapi aralik. Uzunca bir yatak. İsiklar kapali. Gozler gormuyor. Kendimi zorlayarak gorebildigim tek sey beyaz bir gecelik. Yatagin sag tarafinda. İpince bir bel, uzun saclar ve almak istedigim o can. Usulca yapilmis bel hareketinden sonra gozlerime kisik bakan iki yesil goz. Ve yine karanlik.

- sen misin Fatih?
+ evet.
- hadi ic.
+ neyi?
- her gece bu saate biraktigin birandaki o son yudumu.

İsigi kapat. Ensene ilik ilik vuran ruzgari durdur. Disariyi dinle. Sonra mi? Yutkun o bogazinda beklettigin son tukurugu. Ve..

Sessizlik.

28 Temmuz 2011 Perşembe

daha çok erken içme

"Hayat. Hayat sensin. O kadar. Büyütülecek bir şey değil."

Bugün, yine dünyanın yüzde doksanında ahlaksızlık ve suç sayılacak işler yaptım. Kabul etmeliyim ki bunlar iş değildi. Sadece oldular. Oyunun başaktörüydüm. Sabaha kadar Amerikalı baba ile kızın karşısında, elimde tabancamla oturdum. Bana yalvardılar, sorular sordular, küfürler ettiler, her şeyi söylediler. Hiç konuşmadım. Sadece yüzlerini seyrettim. Çerçevesiz bir televizyon ekranını seyreder gibi. Yüzlerindeki gözyaşlarının, ter damlalarının kurumuş yollarına baktım.

Sabah geldiğinde ikisini de dışarı çıkardım. Arabanın bagajındaki çekme halatını alıp John'a kızını buzdolabına sarılmış bir şekilde bağlattım. Çok rahatsız bir duruştu. Ve o an aklıma sadece dizilerde görebileceğimiz bir fikir yürüdü. Evde ilaçların olduğu bir dolap vardı. Daha önce hiç dokunmadığımız. John'u da çekme halatına bir çöp torbasıyla bağladıktan sonra gidip dolabı açtım ve içinde umduğum şeyi buldum. Bir şırınga. Daha önce de evin içinde insülin görmüştüm. Bizde önceki kiracı kendine bu kapsülleri sürekli şırıngalıyor olmalıydı. Banyoya geçip şırıngaya su çektim. Aşağı indim. Tabii ki John bağladığım yerden kurtulmuş ve kızını da çözmeye çalışıyordu. Ama beni görünce durmak zorunda kaldı. Çok pişman olmuştu, tezgahın üst çekmecesinde duran büyük et bıçağını almadığına. Tabii varlığından haberdar olsaydı daha da pişman olurdu. Geri çekildi elleri havada. Sol elimde tabanca, sağımda şırınga. Daha kız ve John ne olduğunu anlamadan iğneyi kızın kalçasına sağlayıp suyu yollamıştım vücuduna. Tabii, hareketim zaten gergin olan havada başka bir panik rüzgarı estirdi, okyanusa bakan pencereleri olan mutfakta. Bağırışmalar, çığlıklar. Onlardan daha çok bağırarak, iğnenin ucundakinin bir zehir olduğunu, iki saat içinde panzehiri enjekte etmezsem kızın öleceğini anlattım. Bunları söylerken gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Ben yalan söyleyemem, taklit ederim. Ortada telaffuz edilmiş ne bir zehir ismi vardı, ne de inandırıcı herhangi bir şey. Şeffaf bir sıvıyla dolu büyük şırınga ve benim Hollywood tarzındaki kötü adam konuşmam.

Cümlemi bitirir bitirmez artık ne düşüneceğini bilemeyen Amerikalılar daha da heyecanlanıp tamamen bir histeri krizine kapıldılar. Kızın kafasında bir torba geçirip sesini kıstım. Adamı da ittirerek evden çıkardım. Önce onun evine gidip gerekli belgeleri aldık ve bankaya telefon ettirdim. Çekeceği miktarı hazırlamaları için. Sonra da arabaya binip yavaşça gitmeye başladık. Arabayı yılın babası kullanıyordu. Ve 60'ı geçerse kendisini öldüreceğimi söylüyordum. Ve John daha da deliriyordu. Çünkü kurtarması gereken bir hayat vardı. Kızının hayatı. İki saat içinde.

Birkaç polis kontrolünden durdurulmadan geçtik. Büyük bir şanstı. Kabul ediyorum. Bankanın önüne gelince bir psikoloğun ses tonunu taklit etmeye çalışarak en sakinleştirici bakışlarımla kızını unutmamasını, herhangi bir yanlış harekette bulunmadan parayı alıp hayatlarını kurtarmaları gerektiğini söyledim. Zaten John'un bütün enerjisi yok olup gitmişti. Aklı o kadar karışıktı ki, gözü sürekli saatinde "Tamam. Tamam!" diyordu.

Bankaya girip müdürün odasına geçtik. İlk defa John beni şaşırttı. Son derece sakin bir şekilde Brezilya'da bir ev alacağını ve acelesi olduğunu anlattı adama. Şimdiye kadar dolandırarak kazandığı her doların cezasını çektiğini çoktan kabullenmiş, kendini paradan ve günahından arındırmaya çalışıyordu.

Yarım saat sonra para geldi. Bankanın hediyesi bir çantanın içinde. Ben yakın bir dost olarak John'a "İstersen bir say" dedim. O an beni çok öldürmek istediği an oldu. Çünkü geriye sadece elli dakika kalmıştı. Ama yine de teklifimi kabul etmek zorunda kaldı. Makinede sayılması on bir dakika sürdü, bütün paranın. Artık damarlarında sadece panik akıyordu. Müdür aslında anlayamadığı bir şeylerden şüphelenmeye başlamıştı. Acelemizi anlamıyordu. Durumu kontrol altına almak için, "Acele etme John. Daha zamanımız var. Emlakçı bekler" dedim, paraları çantaya yerleştirirken titreyen elleriyle.

Tokalaşıp ayrıldık. Ama önce müdüre bankasına yakınlarda büyük miktarda bir para yatıracağımı söyleyip birkaç broşür aldım. Bankadan dışarı adımımızı attığımızda, John bana anadilinin en seçkin küfürlerini etmeye başladı. Arabaya binip eve doğru yol almaya başladık. Bu sefer ben kullanıyordum. beş dakikada şehirden çıktık. Sol elimde John'a dönük bir silah ve sağ elimde direksiyon. Artık John kendini toparlamış, Tanrısına iki şey için dua ediyordu. Birincisi kızına zamanında yetişmek, ikincisiyse silahlı soygunun, yaptırdığı sogartalardan birinde yazıyor olması. Bir şırınganın ne kadar etkili olabileceğini öğreniyordum ben de. Şehirden on dakikalık mesafeye geldiğimizde dudaklarını o kadar çok hareket ettirip garip fısıltılar çıkartıyordu ki, hiç kullanmadığım radyoyu açmak zorunda kaldım. Carlos Santana söylüyordu. Şarkıyı ilk defa duyuyordum.

Evin önüne geldiğimizde altı dakika kalmıştı iki saatin dolmasına. Kapıyı açtım. John koşarak mutfağa girdi. Kızına her şeyi hallettiğini, kurtulacaklarını söylüyordu yüksek sesle.

"Her şey bitti." cümlesini bitiremeden ağzı kanla doldu. Kimse ağzında bu kadar kan varken konuşamazdı. Ağır vücudu ensesinde bir delikle yere serilirken kızın tiz çığlığı sahneyi tamamladı. Kendisi demişti "Her şey bitti" diye. Ben de yardımcı olmuştum iddiasının gerçekleşmesine. Ensesine yarım metreden ateş etmiştim. Ve artık tetik çektiğim zaman silah patlamasını duymuyordum. Duyduğum tek şey, bilardodaki beyaz topun ikinci kırmızıya da çarptığında çıkan sesti. İyi bir sayının sesiydi kulaklarımdaki. Yerdeki John'a baktım. Evden ayrılmadan önce kafasına geçirdiğim torbayı babasının çekip çıkardığı kızla aynı anda kafalarımızı kaldırıp birbirimize baktık. Ve şarjörde sırasını bekleyen mermiyi de kızın sol şakağına sağladım. Ayakta ölmüştü. Çift kapılı Bosh marka bir buzdolabına sarılmış şekilde ölen ilk insandı. Buzdolabında açılan deliği kafası arkaya yattığında görünce beyaz eşya garanti sürelerinin ortalama ne kadar olduğunu hatırlamaya çalıştım.

Sonra da salona geçip bir kadeh içki koydum kendime. Oturduğum koltukta eskiden beni gerçekten sevmiş bir kadının sözleri geldi aklıma:

"Daha çok erken. İçme!"
Ve benim kendisine verdiğim yanıtı düşündüm. Hep aynı yanıt.
"Şu an saat bir yerlerde gece yarısını geçti bile."
Ve mutfaktakiler aklıma gelince bu cümle biraz değişip yeni bir hal aldı.
"Şu an, bir yerlerde iki insan doğdu bile."

1 Temmuz 2011 Cuma

iki milyon dolar

Yıllar önce Afrika’da yaşarken, iki Liberyalıyla tanışmıştım. İkisi de firar etmiş askerlerdi. Biri subay, diğeri er. Sahip oldukları tek şey silahları ve kirli kıyafetleriydi. Benden yardım istediler. Ama önce anlattılar her şeyi..

ABD Liberya’daki resmi orduya yılda dört yüz milyon dolar yardım yapıyordu. Bu parayla Liberyalılar, ABD’den silah satın alıp komünist gerillalara karşı savaşıyorlardı. ABD’nin kazancı silah sanayinin dönmesi oluyordu. Silah fabrikalarındaki işçilerin boş oturmalarını engellemekti amaç. İşsizliği önlemek için, iç ekonomideki istikrarı devam ettirmek için kendilerinden binlerce kilometre uzaklıktaki insanların birbirlerini öldürmeleri son derece normal geliyordu Amerikan devletine. Ve benden yardım isteyen iki asker de, her birinde bir milyon dolar olan iki çuval parayı alıp sınırı geçmişti. ABD’nin parasının küçük bir bölümü saptanan hedefe hizmet etmekten uzaklaşmıştı. Tabii olay duyulduğu andan itibaren bütün Batı Afrika bu adamları aramaya başlamıştı. Ve tabii ki CIA’de koşuşuyordu paranın peşinden. Abidjan’ın merkezindeki parkta bir ağacın dibine gömmüşlerdi çuvallarını. Sonra da benim yaşadığım kasabaya gelmişlerdi, içlerinde her an öldürülebilecekleri korkusuyla. Çaldıkları paranın bir özelliği, dolarları derhal harcamaya başlayıp kaybolmalarına engel oluyordu. Oysa onların tek kurtuluşu, parayla Amerika’daki, tam olarak Washington’daki akrabalarının yanına gitmekti. Anlaşıldığı gibi ABD, askerler amaçlarını gerçekleştirseler dahi parayı o topraklarda harcayamayacaklarından, bu işten de karlı çıkıyordu. Zaten bazı zamanlar öyle olur. Bir ülke öyle büyür ki dünyanın neresinde olursa olsun, yapılan her ticaretten, her işten komisyonunu alır..

Neyse, paranın can sıkıcı özelliği şuydu: banknotlar siyah bir tortuyla kaplıydı. Ve tortuyu sadece belli bir miktar para karşılığında Liberya ordusuna ait subaylık belgeleriyle ABD Büyükelçiliği’nden alınan bir sıvıyla çözmek, paraları temizlemek mümkündü. Para ancak sıvıya batırıldıktan sonra kullanılabilinecek hale geliyordu. Bütün bu önlemler, Amerikalı kimyagerler tarafından icat edilmiş ve parayı Liberya ordusu dışında başka kimse kullanmasın diye uydurulmuş bir işlemdi. İki askerden daha zekice olanı, yanlış hatırlamıyorsam ismi Bobby’ydi, benim hiçbir örgütle ya da devletle ilişkim olmadığını ve kendilerine zarar vermeyeceğimi anlamıştı. Dolayısıyla olanca açıklığıyla anlatmıştı başlarından geçenleri. Tabii çaresizliğin ve alkolün etkisi de büyüktü sırlarının ortaya çıkmasında. Benden istedikleri bir miktar paraydı. Ne kadar olursa. O parayla birkaç banknot temizleyecekler ve sonra ellerindeki kullanılabilir parayla tekrar çözücü sıvı alıp daha fazla banknot yıkayacaklardı, böylece iki milyon doları kendilerine servet yapacaklardı. Tereddütsüz, bana yardımım karşılığında paranın yarısını, bir milyon doları teklif ettiler.

Gerçekten de durumları çok ilginçti. Toprağa gömülü iki milyon dolarları vardı ama açlıktan nefesleri kokuyor ve palmiyelerin altında uyuyorlardı. İhtiyaçları olan tek şey birkaç bin dolardı. Çaresizliklerinin farkında oldukları için, her an bir örgüt tarafından öldürülmekten korktuklarından böylesine cömert bir teklif yapıyorlardı. Ve ben, o zamanlar kara kıtaya daha yeni gelmiştim. Cebimde yüz elli dolar kadar para vardı. Ve para bulabileceğim yerleri henüz keşfetmiş değildim, çelik kafeslerin olmadığı hayvanat bahçesinde. Aslında bütün hikaye, cebimdeki son parayı almak için uydurulmuş, hayal gücü dolu bir kazıklama yöntemi de olabilirdi. Ama ben çok fazla sıkılıyordum. Bütün tekliflere açıktım. Yüz dolar koyup bir milyon dolar almak, dolandırılma ihtimaline karşın hayli çekici ve kolaydı. Kendilerine sadece bir yüzlük verebileceğimi söyledim. Buna bile razı oldular..

O gece, Bobby ile arkadaşı açık havada, ben bambu kulübemin içinde hayaller kurduk.. Sabah kasabanın çıkışında buluştuk. Aramızda on metre mesafe bırakarak otobüs durağına yürüdük. Onları öldürmeye gelmiş herhangi bir aptal tarafından öldürülmek istemiyordum. Birbirimizi tanımıyormuş gibi ayrı koltuklara oturup Abidjan’a vardık. Şehrin kötü bir mahallesinde, kadın sayılan bir motelinde oda tuttuk. VE üçümüz de odaya çıktık. Subay olan kendine birkaç düzgün kıyafet ayarlamış ve temizlenmişti. Milyarda bir şansa oynuyorduk. Amerikalıların adamı tanımamalarına ve sıvıyı vermelerine mucizesine yatırmıştım paramı. Solüsyonu aldıktan sonra parka gidip banknotlar alacak ve geri dönecekti. Er benimle kalacaktı. Bir nevi rehin olarak. Yüz doları verdim ve subay gitti. Biz de kapalı devre porno yayın yapan televizyonu açıp seyretmeye başladık. Hiç konuşmadan..

İlk yarım saat korktum. Birden yanımdaki adamın koşarak odadan çıkmasından ve yüz dolar kazanmanın zevkiyle aşağıda ortağıyla buluşmasından. Ama öyle olmadı. İkinci yarım saat birden kapının açılıp hiç tanımadığım ve bizi takip etmiş olabilecek insanların içeri girip paranın yerini söyletmek için işkence yapabileceklerinden korktum. Bu da olmadı. Daha sonra korkuları paylaştım yanımdaki erle. O da terledi, ben de. İki milyon dolar gibi büyük bir paranın döndüğü böylesi bir işe yirmi dört saatten az bir süredir tanışan insanların birlikte girmesi sadece güvensizlik ve korku doğurmuştu. Saat ilerliyordu ama subay ortalarda yoktu..

Akşamüstü beşe doğru kapı çalındı. Ve tıpkı bizim gibi korkmuş, terlemiş olan subay gözüktü. Elinde bir zarf ve aseton şişesine benzer bir kutuda az miktarda sıvıyla. Yüz dolara ne alabildiyse o vardı şişede. Resepsiyondaki adamdan plastik bir tabak aldık. Amerikalıların sıvıyı adamı tanımadan vermiş olmaları rüya gibiydi. Ve bizi milyonlara götürecek işlem başladı. Sıvıyı lavabonun içine koyduğumuz tabağa boşalttık. Zarfın içinden gerçektende anlattıkları gibi simsiyah dokuz banknot çıktı. Artık inanıyordum çaresiz insanlara. Ancak paraya ulaştıktan sonra beni devre dışı bırakma ihtimalleri de küçümsenmeyecek kadar fazlaydı. Dokuz banknotun dokuz yüz dolar olarak bize geri dönmesi gerekiyordu. İlk parayı sıvıya batırdık. Sihirli ve kimyevi bir şekilde tortular, siyah lekeler uçuşmaya başladı. Ve birkaç saniye sonra elimizde ıslak bir beş dolar vardı. Birbirimize baktık. Plan işliyordu. Ama beş dolar çıkmıştı. Bobby diğerlerinin kesinlikle yüzlük olacağını söyledi. Ve diğerleri de yavaşça dolara dönüştü. Islak paraları banyonun fayans duvarına, aynanın yanına yapıştırıyorduk kurusun diye..

Ve büyük felaket gerçekleşti. Toplam kırk yedi dolar çıktı ortaya. Son banknotun da bir yüzlük olmadığı ortaya çıkınca er olan zaten gün boyu düşük tansiyonla beklemiş olduğu için daha fazla dayanamayıp yaşadığı büyük hayal kırıklığı karşısında yere yığıldı. Bayılmıştı. Bobby’nin ise gözlerinde yaşlar birikmişti. Çok kızgın ve çok üzgündü. Bense sadece seyrediyordum. Kırk yedi dolarla elçiliğe gidilmezdi. Zaten yüz dolarla gitmek şüphe çekiciydi çünkü oraya en az bin dolarla gidilip yarım litreye yakın sıvı alınıyordu. Heyecandan hiçbirimizin aklına paraların sadece köşelerini temizleyip kaçlık banknotlar olduklarına bakmak gelmemişti. Bendeki son elli dolarsa hiçbir şeye yetmezdi.

Odanın parasını ödeyip dışarı çıktık. Binanın önünde birbirimize baktık. Bir vahşiden çıkabilecek en şerefli sesle kırk yedi doların yarısını teklif etti bana Bobby. Tabii ki kabul etmedim. Ne yapacaklarını sorduğumda, silahları ve toplam dört kurşunlarıyla birilerini soymayı düşündüklerini söylediler son çare olarak. Onları Abidjan’daki o kötü mahallede bırakıp terminale gittim. Grand-Bassam otobüsüyle kaldığım kasabaya döndüm. Kulübeme girdim. Yatağa uzanıp güldüm bütün olanlara. Sonra da bir saat civarında uyudum.

Ne Bobby’yi, ne de ismini bilmediğim o eri bir daha gördüm. Öldüler mi, yoksa bir işe girip para mı biriktirdiler, yoksa birilerini gasp edip milyonlarca dolarlarını kurtarabildiler mi? Bilmiyorum. Belki de hayalini kurdukları Washington şehrinde güzel bir evde oturuyorlardır şimdi. Belki de almışlardır iki milyon dolarlarını. Hayatları pahasına çaldıkları o parayı. Ama belki de o hala sürünüyorlardır sokaklarda bu iki milyon dolarlık adamlar. Kim bilir..

Bazen düşünüyorum, Abidjan’daki o parka gidip bütün ağaçların dibini kazmayı, bulurum belki para çuvallarını diye. Ama sonra vazgeçiyorum. Çünkü her şeylerini, bütün hayatlarını yirmi küsür yaşlarında, iki milyona değişmiş adamlara böyle bir acıyı veremem, diye düşünüyorum. Umarım şu an harcıyorlardır paralarını, Amerika’ya kazık atabilmiş nadir adamlar.